Yarım asır önce, 6-7 Eylül günlerinde İstanbul’un meşhur Beyoğlu semti bir pogroma – ‘çaresiz insanların organize katliamına‘ – sahne oldu ve ardından çok kültürlülük ruhunu yitirdi.
Türkiye’nin yakın tarihinde pogrom terimi hiçbir zaman kullanılmadı; Yunan azınlıklara yönelik bu şiddetli ve ölümcül saldırı “6-7 Eylül 1955 İstanbul olayları” olarak anılıyor. Bugün bile sosyal medyada bazı istisnalar dışında aynı açıklamaya rastlanılmaktadır. Ancak genel kanı, 1955’teki 6-7 Eylül pogromunun toplumu tek tipleştirmeyi ve azınlık mülkiyetine el koymayı amaçlayan planlı bir saldırı olduğu kanaatini taşıyor.
Tüm katliam eylemleri bu iki günlük vahşet sırasında gerçekleştirildi. Etnik, dini, siyasi ve kültürel bir topluluğun maddi, dini, kültürel varlıkları ve yaşam alanları tahrip edildi ve şiddete maruz kaldı. Kurbanların hikayeleri, Tassos Boulmetis’in Bir Tutam Baharat (2003) ve Yılmaz Karakoyunlu’nun bir kitabından uyarlanan, Tomris Giritlioğlu’nun Güz Sancısı (2009) adlı iki filmde anlatılıyor.
Bu pogrom, tarihin belirli dönemlerinde yönetici güçler tarafından uygulanagelen, azınlık topluluklarını ilgilendiren insanlıktan çıkarma ve toplumsal temizlik gibi çok acımasız resmi politikalara katkı yaptı. Etki o kadar şiddetliydi ki, son ‘yerli’ Rumlar kısa sürede Türkiye’den ayrıldı. Osmanlı İmparatorluğu’nda son yüzyılında 100.000’den fazla Rum olduğu tahmin edilmektedir. Her yönüyle bu katliam, milletin sosyo-politik hafızasında karanlık bir lekeydi ve İstanbul’un çok kültürlü yüzünün devlet ideolojisine uygun olarak homojen bir nüfusa dönüşmesinin başlangıcıydı.
Basına göre ayaklanmalarda 11, Yunan kaynaklarına göre 15 kişi hayatını kaybetti. Resmi olarak 30 kişi yaralandı – resmi olmayan rakamlar 300’dür. Tecavüze uğrayan kadın sayısının 200’ün üzerinde olduğu tahmin ediliyor. 4.214 ev, 1.004 iş yeri, 73 kilise, bir sinagog, bir manastır, 26 okul ve diğer 5.317 otel ve meyhane gibi yerlere saldırı düzenlendi.
Maddi hasarın o zamanki değerine eşdeğer olarak 150 milyon ile 1 milyar Türk Lirası arasında olduğu tahmin ediliyor. Demokrat Parti hükümeti yaklaşık 60 milyon Türk Lirası tazminat ödedi.
Bu felaketin ardında aşağıda belirtilen iki temel kumpas yatıyor:
İktidardaki Demokrat Parti’nin iç ve dış politikasının çok boyutlu sorunları vardı. Ekonomik göstergelerin sert düşüşü, ekonomik olarak daha güçlü olan azınlıkları bir hedef haline getirdi. Kıbrıs çatışması, milliyetçi damarın harekete geçirdiği bir örtbas faaliyeti olarak ortaya çıktı.
Diğer olay 5 Eylül 1955’te gerçekleşti – Selanik’teki Türk konsolosluğuna düzenlenen ve Kemal Atatürk’ün doğduğu eve de zarar veren bir Yunan bombalı saldırısı. Atatürk’ün Selanik’teki evine atılan bu bomba, katliamın da ateşleyicisi oldu. İstanbul Ekspres Gazetesi, “Ata’mızın evi bomba ile hasara uğradı” manşetini attı ve geniş çapta dağıtarak vahşeti kışkırttı.
1960 askeri darbesinden sonra, Demokrat Parti ve liderlerine karşı açılan davalar sırasında mahkeme, pogromun başbakan Adnan Menderes tarafından kışkırtılması ve gerekçelendirilmesi için emredildiğini tespit etti. Kıbrıs krizi sırasında Silahlı Kuvvetler Özel Harp Dairesi Başkanı General Sabri Yirmibeşoğlu emekli olduktan sonra bir röportajda İstanbul Ayaklanmalarını itiraf etti: Saldırıları, “Mükemmel bir özel harp işi idi ve amacına ulaştı” diyerek anlattı.
İstanbul’a yönelik derin devlet odaklı etnik temizlik, Rum nüfusun derhal sınır dışı edilmesiyle devam etti. Resmi rakamlara göre 1964 yılında Kıbrıs sorunu bahane edilerek yaklaşık 13 bin Rum bu trajedinin konusu oldu. Sınır dışı etme, alınan tek önlem değildi; bu korkunç uygulama gayrimenkullere, vakıflara, azınlık okullarına el konulması veya faaliyetlerinin yasaklanmasıyla devam etti. Türk Rumları, anavatanlarında bir gelecek olmadığına inanıyorlardı.
Dini, etnik, siyasi dogmatizme sahip bu antidemokratik faaliyetlerin Türkiye için her zaman ağır bir faturası olmuştur. Ülkenin siyasi tarihi, bu karanlık anıyla lekelenmiştir.
Bu olayı bir kez daha anarken, siyaseten manipüle edilmiş ve provokatif durumlara yarım asır sonra yeniden tanık oluyoruz. İki gerçek karşı karşıya geliyor: İki ülke halkı arasında mikro düzeyde tarihi, geleneksel, güncel bağlar ve ilgi alanları ile Ege ve Akdeniz’deki çevre ve insan unsurunu küstahça görmezden gelen neo-liberal-kapitalist çıkarların sınırsız hırsları…
Fotoğraf:
Kalliopi Lemos; I AM I, BETWEEN WORLDS AND BETWEEN SHADOWS, IOAKIMION KIZ OKULU, FENER, ISTANBUL’da bir enstelasyon. 11 Eylül – 10 Kasım 2013. Bu etkinlik 13. İstanbul Bienali Paralel Etkinlikler Programı kapsamında gerçekleştirildi.
Beral Madra, DiEM25’in Coordinating Collective üyesidir.
Fotoğraf Kaynağı: BM
DiEM25'in etkinliklerinden haberdar olmak istiyor musunuz? Buraya tıklayarak üye olun